Nurdan Gürbilek, İlk kitabı Vitrinde Yaşamak (Metis, 1992) 80'li yılların Türkiyesi'ndeki kültürel değişimi konu alan kitabıyla adını duyuran, önemli eserlerle Türk edebiyatında yerini alan yazarlardandır. Ancak dikkatimi çeken son kitabı “Mağdurun Dili” (2008) isimli kitapla ilgili olarak bir söyleşisinde diyor ki, “şahane kaybedenlerden bir türlü vazgeçemiyoruz.” Yazar bu söyleşide( "Edebiyatta kim mağdur, kim mağrur?" Kemal Varol, Kitap Zamanı, 7 Nisan 2008) mağdurluk üzerine tutunduğu kitabıyla ilgili olarak, “Mağdurluk, mağlupluk, tutunamamışlık ya da dışlanmışlık gibi konular yapıtların merkezine yerleştiği, daha önemlisi yazar için bir anlatma problemini beraberinde getirdiği ölçüde kitabın konularından biri oldu. Daha çok da dört yazar, Dostoyevski, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Cemil Meriç üzerinde yoğunlaşıyorum” diyor. Türk edebiyatında tutunamama, mağlubiyet duygusunu yaşama, ezilmişler safında yer alma gibi dramatize edilmiş hayatların sıklıkla ve çoklukla ele alındığını görürüz. Aslında her ne kadar şahane kaybedenler netice olarak kazansa da topluma kaybedilme hikâyelerinden acıları yaşatmak gibi bir edebi kazancın zenginliğini de gösteriyor. Özellikle romanlarda karşımıza çıkman ezilenler hayatın bir parçasına ışık tuttuğu için okuyuculara başarıyı işaret ediyor. Toplumun da sürekli kaybetme duygusu, olumsuzluklar üzerine kurulu olan hayatın gerçekleri bu romanları başarılı kılıyor. Karamsarlıklar insanların düşüncelerinde yer ettikleri gibi bu karamsarlıklardan çıkma düşüncesinin tahayyüllerini süslemesinde de bunda önemli katkısı olduğuna inanıyoruz.
Toplumun bir gelecek kaygısı vardır. Bu kaygı sürekli devam etmektedir. Teknolojinin ve kent nüfusun sürekli kalabalıklaşması insanlardaki bu kaygıları artırıyor. İnsanların fikirleri sürekli bölünüyor, yaşam tarzları değişiyor. Ümitler yerine düşlere, düşlerde yerini korkulara bırakıyor. Toplumun sürekli kötümser düşünceler içinde bulunması olumlu gelişmelerin sevincini yaşatamıyor. Bu nedenle de arabesk kültür hayata hâkim oluyor.
İşte bütün bu öngörüler hayatın bir gerçeği olarak karşımıza çıkıyor. Bir şekilde sanatın farklı yerlerinde duranlar bu görüntüleri yakalamanın ve topluma sunmanın çekim merkezi olabileceğini hemen kavrayıveriyorlar. Üstelik ellerinde bir de hazır veri varken…
Türk Filmlerinde da sözünü ettiğimiz konular önemli bir yer tutar. Birkaç yıldır da acılarla yaşanılası sefil bir hayatın dram olarak sunulması da bundandır. Yakalanabilecek başarının yegâne çıkış yolu şimdilik bu tür yapımlarda görünüyor olmakla birlikte tabii ki özellikle dizilerde farklı arayışlara da gidiliyor. Ancak gerek dizilerde ve gerekse kadın programlarında ve özellikle de gelin ve kaynana dramları ne kadar gözyaşı döktürürse o kadar başarılı olduğu gerçeği maalesef ki ekranlardan hiç eksilmiyor.
Toplum olarak galiba ezilmiş duygularla teselli olmak gibi bir derdimiz de var!
Film, dizi ve müzik bu alanda oldukça etkilidir.
Ya edebiyatımızda!... Edebiyatımızda da özellikle romanlarda bu durum kendini gösteriyor. Hikâyelerde pek fazla görünmeyen bu ajitasyonda romancıların duygulara acı çektirmesi çağımızın bir hastalığı gibidir.
Acı çekerek,çırpınarak iyileşmek(!...)
Romanlarda aktarılan bir olayın başarılı olma şansı elbette muhtevasına bağlıdır. Özüne bağlıdır. Mağduriyet, edebiyatın içinde yer aldığında bunu acıyla anlatma yolunun seçilmesi de “acı edebiyatı”nı ortaya çıkarıyor olması aslında bir çıkar yol da değildir.
Toplum sürekli olumsuz düşüncelerle yaşaya geldiğinden yazarlarda bu yolu seçiyor. Zira yaşadığınız ülkenin en önemli iki problemi ekonomi ve terör olunca karamsar oluveriyorsunuz.
Yine yazar Nurdan Gürbilek’e dönecek olursak; “ ne kadar kuramsal bir konuyu ele alırsanız alın, ele aldığınız problem sizinde probleminizdir.” Hele hele bir de yazarın da yaşadığı acılar varsa!