Kul ihtiyaç içindedir. Rabbine mesele hakkında yalvarır, Allah muhtaç kuluna bir rızık ulaşın diye bazen diğer bir kulu vesile eder. Zaten ayette de geçtiği üzere fakirlerin bir kısım hakkı zenginin malı içerisinde, fakire ulaştırması için emanet gönderilmiştir. “Emanetin falancada, git.” der. Eski dönemlerde birisini birisine iş için gönderirken kartın arkasına “Getiren yakınımdır.” yazılır ve o selam üzerine diğerine yardım edilirdi. Fakir de Rabbinin rızası için diyerek alemlerin sultanının selamıyla gelir. İnsan Allah der de titremez mi?

O’nun adını duyar da Yaradan’a olan sevgisine rağmen o kulu kovabilir mi? Hani Mecnun bir uyuz köpek görür de bu köpek ona dünyanın en güzel köpeği gibi görünür ya, derler ki neresi güzel uyuz köpek işte. Olsun, der, o Leyla’nın mahallesinde geziyor.

Leyla’yı sevince Leyla’nın mahallesini, mahallenin uyuz itini bile seven bir Mecnun var ya, Allah'ı seven kullar, Yaradan’a hayran olmuş gönüller O'nun adı ile geleni nasıl göndersinler? Artık dilenci aradan çıkmış, söylenen sözler direkt Allah’a söylenmiştir. Gönderdiği kul Allah’ın adını söyleyince kendisine gönderilen ne yapacaktır?

Konu emin olun çok hassas, çok nahif bir mevzudur. Paramız olmasa bile o fakir nasıl bizden gönül rızası ile ayrılacaktır? Belki özür dilenecektir ama asla kapıdan kovulmayacaktır.

Ayette aynen şöyle buyrulur:

“Fe emmessâile felâ tenhar.’ 'Sakın! Dilenciyi kovma...”  (Duha Suresi 10.Ayet)

Sakın ey kulum sakın yapma! Bak sen meşgulsün, işin başından aşkın, ihtiyaç sahibini arayıp bulacak imkanın yok. Gidip Allah’ın rızası nerededir? diye fakir fukara gönlünü imar etmen gerekir ama dünya seni o kadar çok oyaladı ki.ki.Ben de seni seçtim, direkt sana gönderdim ayağına kadar geldi, benim adımı da söyledi sakın dilenciyi kovma!

Tabii şeytan o gönle leke düşürmek için çalışır. İhtiyacı olmadan kapı kapı dolaşıyorlar, bunun atı arabası var, bankada hesabı olan dilenciyi hatırlatır, bir şekilde onun elini boynuna bağlayıp cimrilikle imtihan ettirecektir. Dilencinin hali gönlüne yatmadı ise Yaradanın adı var diye bir kaç kuruş da mı veremeyiz? Verdiğimiz kimin malı ki?

Adam, bağındaki üzümü sepete koyar, köyünden ilk kez çıkar ve saraya varır. Ayrı bir caka ile “Açın kapıları! Ben geldim.” der. Krala durum bildirilir, buyursun der. Üzümü sepetle kralın önüne koyup onu hediyesi ile mahcup edecektir. Kral çok teşekkür eder bir kese altın verir. Çiftçi “Demek ki bunlar üzüm görmemiş diye ayrıca kabarır. Giderken arka bahçe kapısından çıkarın diye de tembih eder kral. Köylü bahçe kapısından bir çıkar ki göz alabildiğine envai çeşit meyve ağaçları, gölgelikler, asmalar sular şadırvanlar…

Verdiğimiz üzüm yine kralın bahçesinden. Kimin malını kimden esirgiyoruz? Ama öyle bir kral ki din gününün kralı. Kim kendi adına ne verirse onu da ben yarattım demez, bizi muhatap alır. Karşılığını borç görür ve misli ile vereceğini vaat eder. Çocuğun al baba deyip bir lira verdikten sonra babanın yüz lira ona harcaması gibidir. Kendi adının anıldığını, kulunun O'nun adına olan saygısından mutlu olur.

Sevgili dostlar, dilenciye söyleyeceğimiz sözler, yapacağımız hayır dilenci ile alakalı değildir. İster hak etsin, ister bizi kandırsın bu yürek işidir. Yaradan’a olan hasret ve sevginin bir tezahürüdür. Kulun Allah ile olan ilişkisidir. Ki Allah gönderdiği kulunu görmekte ve işitmektedir. Bir makam sahibinin telefon açıp “Gönderdiğim ihtiyaç sahibinin işini halledin.” demesi ile kıyaslanamayacak kadar derin meseledir. Sakın dilenciyi kovma!

Ve Sakın yetimi de yüzüstü bırakma.” (Duha Suresi 9. Ayet)

Yetim ki koruyup gözetecek babası da vefat etmiş, elini Allah’tan başkasına açacak durumu yok. Sırtını Alemlerin Rabbi’ne dayamış. Gözyaşı yere düşmesin diye meleklerin titrediği bir yetim... Yetimlerin efendisi alemlerin peygamberidir. Ve nasıl olur da bizler yetimlerden uzaklaşırız?..

VE BİR HİKAYE...

Vaktiyle Bağdata bir vali atanmış. Her gün şehrin sokaklarını gezer, asayiş berkemal mi diye kontrol edermiş. Yürürken eli arkasında böbürlenerek dolaşır, pazısı kuvvetli, kılıcı keskin, kesesi doluymuş. Daha ne olsun, ensesi yeterince kalınmış. Bir gün yine tebaam ne eder diye endamlı endamlı parıltılı kaftanı ile yürürken mahallede oyun oynayan çocuklar ne bilirler valiyi birbirleri ile kovalaşırlarmış. O hengamede olan olur, bir yetim yerde birikmiş bir su göletine basar. Üzerine çamurlu su sıçrayan vali, ipek kaftanın battığını görünce tez bir hareketle tokadı yetimin yüzüne yapıştırır. Bir şaakk sesi gelir. Sessizlikte bir şaakkk! Dünya duruverir, gökte meleklerin titrediği ve kulak kesildiği bir şaakk! Ne bilsin su sıçratanın bir yetim olduğunu?!

İnci çamura düştü diye değeri mi azalır?

Yeryüzünde nice gariban vardır ki gökyüzünde ismi tanınır.

Canı yanan çocuk baba da yok ki kime koşup ağlasın, kime dert yansın? Kim acıyan yanağından öpsün?

Gözlerini semaya diker:

-Medet Rabbim! Senden başka kimim var?” der...

İki cümle hızla göğe yükselir, melekler panikler, bir telaş başlar gökyüzünde, hem de ne telaş! Göğün gözleri dönmüş, sessizlik çökmüş, herkes sonucu beklemektedir ve şimşek hızıyla yetimin duasına icabet edilir, dua kadere dönüşür. O ensesi kalın adam nerden bilirdi ki yetimin sırtını Alemlerin Rabbi’ne dayadığını? Nerden bilebilirdi ki bir çocuğun: Allah’ım, al bunun canını!” diyeceğini...

Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.”

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250)

Ebu Hureyre’den (R.A.) bildirildiğine göre Rasûlullah Sallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

Kendi yetimini veya başkasının yetimini kollayan kimseyle ben cennette şöyle yan yana bulunacağız.” İşaret parmağı ile orta parmağını birleştirdi.

(Müslim, Zühd, 42)