Allah’a yakın olmaya çalışmanın bir yükü vardır. Kur’an inerken hüküm bildiren Medeni (Medine döneminde nazil olan) surelerden önce Mekke dönemi boyunca hayatı, eşyayı ve tabiatı anlatan ayetler inmiştir. Bunlara da Mekki ayetler denir. Allah insanın zayıf aklını tanzim etmek için net ve anlaşılır örneklerle ilk önce insana etrafındaki tabiatı, dağları, ovaları, nehirleri, yıldızları, eşyayı ve yaratılışı anlatmıştır. Bu ayetler ışığında insan, vahiy vasıtasıyla eşyayı doğru görüp ne için yaratıldığını anlamıştır. İnsan, yaratılışını, eşyayı, tabiatı ve hayatı Mekki ayetlerden istifade ederek anlamlandırmaya çabalar ise kendiliğinden kulluğuna başlar.

Küfrün ve şeytanın asıl gayelerinden birisi hayatı yanlış anlamamız için kâinat ve yaratılış kompozisyonunu bozmaktır. Yani şeytan Medeni ayetlerle çok uğraşmaz, gelip namaz kılma demez ama âlemi Allah’ın anlattığı gibi değil de bir yaratıcı olmaksızın, insanın ve kâinatın tesadüfler silsilesi içerisinde oluşmuş olduğunu aklımıza yedirmeye çalışır. Ve bu fikirlerini uygun gördüğü insanlara fısıldar. Eğer insan şeytanın bu fısıldamalarına aldanırsa, yaratılışı “Bitkilerde evrimleşme görülüyor, insan da evrimleşmiştir. Dünyamız da bir patlamadan olmuş olabilir. Bizler tesadüfen ateşi ve yazıyı bulduk. Sadece canlı bir organizmayız ve denk geldi yaşıyoruz. Kitap ve hükümler de nereden çıktı?” gibi yorumlayabilir. Oysaki Allah bütün âlemi sadece bizim için dizayn ettiğini belirtiyor. Yıldızlar, dünya, dağlar, hayvanat vs. hepsi insanoğluna dünya yaşamında faydalansınlar diye sunulmuş birer nimettir. Bunlar ekolojik dengenin birer parçası olarak sunulmuştur. Yani insan, âlemin kendisi için yaratıldığı şerefli bir varlıktır. İnce ince hesap edilmiş bir planın bütünüdür bunlar... Bunu anlayan insan kendisine verilen kıymeti yani şerefini idrak eder. Gökler benim için yaratıldı der. Âlemlerin yaratıcısı şahsıma değer veriyor, beni muhatap alıyor dinliyor, beni deniyor, bana ebedilik teklif ediyor der ve muhatap alınmış olmayı ciddiye alır. Ve ayetler gelmeye başlar...

Kulların bir kısmı hayatı ilkokul seviyesinde, bir kısmı lise seviyesinde, bir kısmı da üniversite seviyesinde yaşamaktadır. Herkes aklı kadar hakikatten bir şeyler anlamıştır. Kul geliştikçe anlayışı da artar. Kelam, denizler mürekkep, ağaçlar da kalem olsa yazmakla bitmeyecek bir anlayışı ifade eder. Kur’an, okundukça farklı seviyedeki her insanın anlayışını artıran cümlelerle, okuyana inmeye devam eder. Okuyan insanın anlayışı günbegün artar. Vahiy derin bir anlayıştır, birçok insanın bu ilahi kelama ve cümlelerin ağırlığına dayanamayacağı söylenmiştir. İnsan söyleyeni ve söyleneni ciddiye aldığında tüyleri diken diken olur, saçı ağarır, hastalanır, kalbi sızlar, belki de dayanamaz ölür ki tarihte Kur’an okurken inleyip ölenler hakkında İshak bin Salebi (ö.1035) “Katl el Kur’an” yani “Kur’an tarafından öldürülenler” diye müstakil bir eser de yazmıştır.

İlahi anlayışın insanın içine yerleşmesine sonra o insanın dert sahibi olmasına ve bu derde teslim olmasına da Müslümanlık denir. Diğer insanlar bu olaydan bihaber, dünya için çabalarken onun bu konudaki kaygısı kutsal bir delilik olarak da algılanabilir.

"Kâfirler alay ederek şöyle dediler: “Ey kendisine sözde Kur’an indirilen adam! Sen elbette delinin birisin” (Hicr Suresi 6. Ayet)

Artık Müslüman teslim olduğu için kutsallık kendisini mest eder, güzellik dünyasından bir ışıltı gelmeye başlar ve kişi kendisi için yeni bir hayatın başladığını bilir.

KUTSALIN TINISI

 

Hakikatin bir tınısı vardır, insanın bam teline dokunur. Gözden hemen yaş akıtır, vicdanı titretir, kalpte tencere kaynaması gibi bir kaynama meydana getirir. Kâbe’de namazda dinlediği ayetler karşısında için için tencere gibi kaynayan fokurdayan göğüsler ve yaşlar akan gözler görmek çok kolaydır.

Okuyanın sesinin hoş olmasından mı bu kaynama olur, yoksa metnin melodisinin kulağa hoş gelmesinden mi? Ya da hakikati güzel ifade ettiği için mi göğüsler dolar bilinmez. Ama bilinen tek şey Kur’an güzeldir ve kalpleri titretir. Allah denir de kalp titremez mi?

 

Belki de sözün hakikati, dinleyicinin hakikati olmaya başlayınca söz kalbe inmeye başlar. Orada bir bağ oluşur. Sımsıkı sarılacağı, karanlıklardan aydınlıklara çıkarılacağı bir ip atılmıştır gönlün derin ve karanlık kuyularına... Hayranlığın dehşeti, hakikatin kederi kalbi gizli gizli ele geçirir. Akıl heyecanlanır, yürek çarpar ve bu dışa taşar.

 

KUR’AN OKUNDUĞUNDA SUSUN VE DİNLEYİN

 

Ayetler okunduğunda susun ve iyice kulak verin denir. Dikkat kesilin, ciddiye alın, her işi bırakın, ayet ayet, kelime kelime dinleyin... Dünyanıza ait olmayan bir şeyler var, iyi dinleyin.

"Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun -iyice kulak verin- ki rahmete nail olasınız” (Araf Suresi 204. Ayet)

Bu ciddiye almaktır. Bir taraftan ayet okunsun, bir taraftan araba süreyim, bir taraftan ayet okunsun, bir taraftan dükkânda müşteriyle ilgileneyim, bir taraftan ayet okunsun, bir taraftan da evi süpüreyim olmaz. Durun ve en ciddi söze kulak verin! Bir aile ferdi size derdini ciddi ciddi anlatırken sen anlat ben seni dinliyorum deyip bulaşığa geçerseniz veya televizyon açarsanız onu ciddiye almamış olursunuz. Bir milletvekili gelse sen anlat ben mutfaktan dinliyorum diyebilir misiniz? Âlemlerin sahibi bize bir şey anlatıyor. Bizi ciddiye almış, âlemi bize göre dizayn etmiş ve bir şey anlatıyor.

Eğer Kur’an okunurken temizlik yapar isek, Kur’an okunurken pazarlığımız devam eder ise, Kur’an okunurken lakırdıya ara vermiyor isek... İşte bundandır ki namaza dururuz ama gönlümüz tencere gibi kaynamaz, namazda da zihnimizde evi temizlemeye, müşteriye mal satmaya, ahbaplarla muhabbet etmeye devam ederiz. Kutsalın tınısının gönlümüzü genişletmesi dileğiyle...

“Onlar Allah’ı unuttular Allah da onları...” Uyuklamayan, gafletten münezzeh olan Allah, böyle bir cümle kuruyor. Sanki şöyle diyor olabilir, dünya sizi oyaladı, Allah’ı ciddiye almadınız, Allah da kendisini ciddiye almayanı ciddiye almadı...