Günlerce süren yağmurdan sonra güneş dere yamacının üzerinden yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamıştı. Havada bol oksijenli, temiz bir koku buram buram etrafa yayılıyordu. Derenin şırıltısı sanki orkestradaki güzel bir müziği mırıldanıyordu. Her yer yemyeşil, bu yeşilliğin arasında da kırmızı, sarı, mor çiçekler, güller manzarayı tamamlıyordu. İnsanın ruhunu okşayan bir manzara…

Derenin üzerinde çelik halatlar üzerine tahtalarla örülmüş bir asma köprü… Köprünün üzerinde oynayarak bize doğru gelen iki küçük güzel kız…

İnsanlar kasabanın meydanındaki kahvenin önüne yavaş yavaş toplanıyorlardı. Çayeli´nin Madenli Kasabası… Bu isim işgal yıllarında Rusların işletmeye başladığı ‘Çayeli Bakır İşletmeleri´nden gelmektedir. Daha önce “Maden Köy” olarak anılmakta idi.

Madenli Belediyesi´nin Belediye Başkanı Ahmet Hoca herkesçe sevilen sayılan birisi… Kur´an Kursu´ndan emekli bir zat… En büyük zevk aldığı şey, belediyedeki işlerini bitirdikten sonra halkla sohbet etmek…

O gün de yine öyle yaptı. Belediyedeki işlerini bitirdi. Belediyenin altındaki kahvenin önüne geldi. Öğretmenlerle birlikte bir masaya oturdu. Etrafına halk toplandı. Bir mevzu açarak sohbete başladı.

“Bakın uşağum!..”

Herkes pür dikkat Ahmet Hoca´yı dinliyordu. Çünkü biliyorlardı ki Ahmet Hoca konuştu mu boş konuşmazdı. Mutlaka ders alınacak güzel öğütler verirdi. “Ya susar, ya hayır söylerdi.”

“Size pi şeyler anlatacağum! Bir insanın parayla ölçülebilecek bir değeru vaadur.”

Herkes susmuş, ne demek istediğini düşünüyordu. Ben itiraz eder gibi söze karıştım. Çünkü biliyordum ki Ahmet Hoca bunu söylemişse boşa söylememiştir. Ne demek istediğini anlamak için;

“Oluu mu Hocam? Hiç insanın değeru parayla ölçülüü mi? Maddi varlık deel ki insanlıuk, parayla ölçülebilsun!...”

Zaman zaman ben de Rize ağzıyla konuşuyordum, farkında olmadan. Etrafımız gittikçe kalabalıklaşıyordu. O kadar kalabalığa rağmen  “çıt” çıkmıyordu.

Ahmet Hoca önüne konan buram buram kokan çayından bir yudum aldı. Derin bir nefes aldıktan sonra tam söze başlayacakken Çayeli´nden belediye otobüsü geldi. Sustu. Yolcuların inmesini bekledi. Konuşmaya başladı:

“Bakın uşağum! Söz gelimu, bir kişu yolda pin lira pulsa, hemen oni alur, cebuna ataa. Demak ki o adam pin liraluk adam.”

Sonra kahvecinin “çaylaar” diye sesi duyulur. Sanki askerdeki komutanın emriymiş gibi, oturanlar masanın üzerindeki, ayaktakiler ellerindeki çaylarından birer yudum alırlar.

”Ben da kenduma çok güveniyorum, emme, acaba yuzbin lira pulsam ne yaparum? Ellah göstermasun, dönüp da pakmam bila! Ya gerçekten yuzbin lira pulsam?…”

Yutkundu. Pardösünün altındaki kaşkolünü düzeltti. Kravatını görünecek şekle getirdi.  Çayından son yudumu aldıktan sonra,

“Uşağum! Çaylaru tezele daaa!”

Hepimiz bir tefekkür içinde idik. Belli ki herkes Ahmet Hoca´nın ne dediğini, ne demek istediğini, ne diyeceğini düşünüyordu.

“Demak ki, ben da yuzbin liraluk adamum!

Taşı gediğine koymuştu Ahmet Hoca!.. Ama söyleyecek bir sözü daha vardı.

“Acaba çevramuzda kaç tene ‘peş paaluk adam vaaa? Sadece para konusunda mı?... Kul hakkı yiyenler… Miras yiyenler… Daha niceleru…  “Peş paraluk adam” değil mi?...”

***

Beş paraluk adamlarun gerçek yuzuni 15Temmuz gecesi daha iyu gördük, değul mi?