Müstağni kelimesi, Arapça "ğa-ni-ye" kökünden gelir. Zenginlik (muhtaç olmamak) demektir. "Filan adam zengindir" dediğimizde bahsi geçen insana zenginlik nasıl bir vasıf katmış olur? Zengin kelimesinden anlaşılan şey, ihtiyaç sahibi olmayıp kendini yeterli görmektir. Elindeki imkânların yeterli olmasından dolayı bir şeye ihtiyacı olmamaktır. Bunun için müstağni kelimesi, bir şeye ihtiyaç duymayıp kendini bağımsız görmek, zengin görmek ve yeterli görmek anlamlarında kullanılır. O halde bizim insan olarak hayatımızda kendimizi müstağni gördüğümüz veya görebileceğimiz yerler var mıdır?
Müstağni kelimesi aslında Arapçada direkt olarak zenginlik demektir. Ama insanın zengin olması bir azgınlık değildir. Aklı başında zenginliği olan ve malı arttıkça Allah'a olan ihtiyacının daha da arttığını bilen pek çok insan vardır. Burada yerilen güruh elindeki paranın işlerinde yeterli bir güç olduğunu zanneden ve kendini müstağni görenlerdir.
Modern toplumda insanın kendini yeterli görmesi için sadece para değil makam, çevre, akıl, bilgi gibi birçok materyal oluşmuştur. Onun için müstağni kelimesinin manasını zenginlik değil de "yeterli görmek veya muhtaç olmamak" olarak tercih ettik.
Artık insan elinde bulundurduğu güçlerden (para, makam, akıl, bilgi vs.) dolayı bu donanımın kendinden olduğunu düşünüp ihtiyaç sahibi olmaktan çıkmış ve müstağni davranmaktadır.
"Hayır, gerçek şu ki, İnsan kendini müstağni (yeterli, muhtaç olmayan) görünce azmıştır." (Alak Suresi 6-7. ayetler)
Alak Suresi, insanın basit bir meniden yaratılmasından bahsettikten sonra, insana tevazu sahibi olmayı, aslında insanın her daim Allah’a muhtaç olduğunu, kimsenin içinde bulunduğu konumdan dolayı kendini müstağni görmemesi gerektiğini anlatır. Kendini müstağni görmenin hayatımıza dokunduğu birçok yönü vardır. Kısa kısa bunlara değinmeye çalışacağım.
Yukarıda gördüğümüz ayet-i kerimenin Ebu Cehil‘in peygamberimizi namaz kılarken görünce “ben sana (namazı) yasaklamamış mıydım” demesi üzerine indiği söylenir. Tabi ayet-i kerimemiz "insan" sözcüğüyle başlar. Özelde Ebu Cehil ile ilgili bir konuda inmiş bile olsa genelde insan olan herkesi ilgilendiren bir meseledir. Bir tutumdan bahsedilir. İnsanın kendini müstağni yani ihtiyaçtan uzak görmesinin kendisi için bir tehlike olduğundan bahsedilir. Başına gelen meselelerde içinde bulunduğu imkânlardan dolayı kendini yeterli gören insan Allah’tan bağımsız bir benlik içerisine girer. Her şeyden müstağni olan sadece Allah’tır. İnsan kendini muhtaç gördükçe mütevazılığı artar, kendini tanır. Hayatın anlamını öğrenir.
"İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir."
Kişi kendini bir meselede müstağni görünce (ihtiyaçtan uzak görünce) azar buyurulmaktadır. İnsanoğlu bir makama ulaşınca kendini makamından dolayı kral zannedebilir. Eş, dost sayısı artıp çevresi genişleyince her işini bunlar vasıtasıyla halledebileceğini düşünebilir. Bilgili olduğu bir meselede işin içinden tek başına çıkabileceğini zannedebilir ve neticede kendini yeterli gördüğü meselede imtihan olunur. Bu, sadece insanlar için değil, toplumlar için de böyledir.
Toplumsal olarak bir medeniyet doğar, gelişir, güçlenir ve kendisini yeterli gördüğünde azgınlığı çoğalır. Nihayet ölür. Sonra Allah bir başka medeniyete imkân tanır ki acaba onlar gücü kendilerine mi yoksa Allah’a mı atfedecekler, bunu denemek ister. Yok olan medeniyet kendisinin yok olma sebebini müstağniliğinde değil de diğer medeniyetin kuruluş gayesindeki kesinlikte yahut galip gelen medeniyette olup da kendilerinde bulunmayan şeylerde, yani eksikliklerinde zanneder. "Yeni kurulan medeniyet sanayide iyiyse biz sanayiye önem vermediğimizden yok olduk gittik" derler. Ya da yeni medeniyet yeraltı madenlerinde iyi işler yapıyor ise o zaman kendileri, memleketlerindeki madenleri çıkarıp işletmedikleri için battıklarını zannederler. Hâlbuki kendilerini müstağni görmüşlerdir, Allah da onları haddi aştıkları için batırmıştır.
Cemaatler ve topluluklar da böyledir. Hangi topluluk kendini müstağni görürse yok olmaya mahkûmdur. Arkamıza dönüp şöyle bir baktığımızda en yakın örnek olarak FETÖ'yü gösterebiliriz. Kendilerini müstağni görmeye başladıklarında “biz Türk dilini Dünya’ya yaydık”, “biz İslam'ı anlatıyoruz”, “biz en iyiyiz”, “hizmetsiz olmaz”, "biz... biz..." derken kendilerini müstağni gördüler. Kimseye ihtiyaçlarının olmadığını düşündüklerinde ise yok olup gittiler. Onlar gitti de ne oldu? Camiler boş mu kaldı? Allah'ın dini yok mu oldu? Müslümanlar mı azaldı? Tabii ki hayır! Allah dilediğini aziz dilediğini de zelil kılar. Her kuruluş böyledir. Siyasi kuruluşlar da kendilerini müstağni görmeye başladıklarında kendilerine çeki düzen vermez iseler yok olacaktırlar.
İnsanlar da böyledir. İddia ettikleri, "ben bilirim, ben ederim, param var, tanıdık çok, ben hallederim" türünden söylemlerde bulundukları, kendilerini müstağni gördükleri bütün meselelerde mutlaka o meseleden imtihan olacaktırlar. Kendilerini yeterli gördükleri için Allah’tan yardım istemeyecekler ve Allah’ın o meselede kendilerine olan yardımı da kesilecektir. Güvendikleri güçlerle baş başa kalacaklardır. Allah onlara "bak bana ne kadar bağımlısın, kendini ihtiyaç sahibi görmüyordun, ne oldu" dercesine burunlarını sürte sürte kendisine olan ihtiyaçlarını öğretecektir.
Bizler bütün meselelerimizde Allah'a güvenir, ondan yardım isteriz, Allah da bize yardım eder. Ama nispeten daha basit görünen meselelerde insanoğlu kendinde bir güç var zannedip, Allah'a karşı fakir ve ihtiyaç sahibi olduğunu unutur ise kula yapılan yardım kesilir. Bu yardımın kesilmesine Arapçada "lanet" denir. Allah için büyük ve küçük mesele diye bir şey yoktur. Bu aşamada mesele iki türlüdür: kulun kendisini ihtiyaç sahibi görüp Allah’tan yardım istediği meseleler vardır, bir de kulun kendisini müstağni görüp yardım istemeye tenezzül etmediği meseleler vardır. Kendi başımıza ayakta durmak için çabalamaya, işlerimizi kendi başımıza halletmek için didinmeye gerek yoktur. İnsan bir damla sudan yaratılmıştır, bırakın başka işleri, yeri gelir en basit duygu ve düşüncelerinin bile önüne geçemez. Her meselede âlemlerin Rabbi olan Allah'a ihtiyaç duyan bir varlıktır. Hazreti Ömer'e atfedilen bir cümlede "ayakkabımın bağı kopsa kendisinden yardım isterim" denmiştir.
Lütfedilen bilgiyi, nimeti, makamı, parayı, işi kendinden bilmek de müstağniliğin bir başka çeşididir. Örneğin kişi zengin olur ama "bunu ben elde ettim, çalıştım, çabaladım" der, "aklımı kullandım" der, emeğini ön plana çıkarır. Şayet kişi verilen şeyin kendisine ulaşması için bir kapı açıldığını görmez de kendinden sanırsa bu da bir müstağniliktir. Nice çalışıp çabalayan vardır ki aç ölür. Kendisine takdir edilen şeylerin bir lütuf olduğunu bilmeyenler de bu başarıyı kendi nefislerine nispet ederler ki bu da müstağni olmak demektir.
Alak suresinde, yani üzerine konuştuğumuz ayetin geçtiği surenin başında insana kalemle yazmayı öğretenin Allah olduğu beyan ediliyor. İnsanların bu yazma eylemini, yazı üzerinden bilgi aktarabiliyor olmalarını, yazıdaki bu aktif rollerini kendilerine bahşedilmiş şeyler değil de kendilerinden olan şeylermiş gibi görmeye başlamaları, kendilerini "bilginin efendisi" zannediyor olmaları da böyledir, yani müstağniliktir. Yahudileri de sapkınlığa ulaştıran şey bilgiyi kendilerine mahsus bir şey zannetmeleridir. "Dünyada yazılan kitaplar ortadadır. Biz dünyayı, âlemi, hastalığı, eşyayı anladık. Bizim bir yaratıcıya ihtiyacımız yoktur" diyen insanlar aslında Allah’ın kendilerine bahşettiği bilgi ve öğrenme yetisini kendileri için müstağnilik aracı olarak kabullenmişlerdir. Hatta kendilerine Allah tarafından bahşedilen akılları ile Allah'ın işlerini ölçüp tarttıklarını, hükmü ve hüküm vereni belli olan meselelerde bile "şu doğru, bu doğru değil" gibi cümlelerle üst akıl gibi davranmaya başladıklarını da hesaba katarsak, müstağnilik meselesinin ciddiyetini daha net idrak edebiliriz.
Ebu Cehil'in hastalıklı olan şeyi bedeni değil, düşünce yapısıdır. Kendisine "cehaletin babası" anlamına gelen Ebu Cehil denilmiştir. Ona böyle söylenmesinin sebebi, kendini meselelerde bir otorite olarak görüp, her şeyi kendi belirlemeye yönelik kararlar almasıdır. Çünkü tahayyülünce o, her şeyi bilir, çok üst düzey bir insandır(!) Kendisi eşraftandır, parası vardır. İnsan bir makama veya paraya ulaşınca neden kendisine bir şeyler anlatmak zorlaşır? Çünkü efendi her şeyi bilmektedir, müstağni bir duruşu vardır. İnsanların birbirlerine karşı müstağni oluşu belki hazmedilebilir ama Allah'a karşı müstağni olmaları asla hazmedilemez.
Her şeyi bilen, her konuda sözü olan müstağni bir varlık haline geldik. Bilmediğimiz meselelerde, yaşamadığımız tecrübelerde bile söyleyecek sözümüz vardır. Eskiler kendilerinden bahsederken “bu fakir bir gün şöyle yapmıştır” gibi güzel ifadelerde bulunurlardı. Aslında "fakir" derken bahsetmek istedikleri şey ekonomik durumları değildir. Meselelerinde ne kadar Allah'a muhtaç olduklarını anlatmak için böyle söylerler. İnsan kendisinin ihtiyaç sahibi olduğunu idrak ederek cümlelerini ona göre seçmelidir. Topluluklar, devletler kendilerini müstağni görmemelidir. Her kim kendini müstağni görür, "ben yeterliyim" der ise azmıştır.
Allah ganidir. Bizler kendisine karşı fakiriz.