İsmet Özel´in çok sevdiğim insan tasnifi var. Yazar, ‘Faydasız Yazılar´ adlı kitabında; taş gibi, şeker gibi ve yağ gibi olmak üzere üç tip insandan bahsediyor. Bu insanlarla alakalı da, taş gibi insan sert ve kaba olması münasebetiyle ya kırar, ya da kırılır.
Suya düşerse de batar gider. Şeker gibi adam ise eyyamcı haliyle, hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu haliyle hiç özgül ağırlığı olmaması münasebetiyle suya düşerse eriri gider. Yağ gibi insan ise, geçmişi bilir. Halini değerlendirir. İleriye yönelik plan yapar. Meselelere kindarca değil, akl-ı selimle yaklaşır. Bu haliyle suya düştüğü zaman ne batar, ne erir suda yüzer. Güçlü bir medeniyetin mensupları olarak, bize yakışan da yağ gibi insan/lar olmaktır.
Yağ gibi insan olmanın koşulu, başta tarihimiz olmak üzere, medeniyet ve kültürümüzü öğrenmekten geçtiğini bilmeliyiz. Bunun yolu da okumaktan ve ehil kişileri dinlemekten geçer.
Bu vesileyle yıllar önce Attila İlhan´ın “Dersaadette Sabah Ezanları” ile “Hangi Batı” kitabını okumuştum. Okuduğum her iki kitapta, işlediği ve verdiği mesaj itibariyle çok güzel. Batıyla yaşadığımız olaylardan hareketle, bu kitaplardan Hangi Batı´nın okunmasını özellikle tavsiye ederim.
İbrahim Kalın´ın Akil ve Erdem kitabından özetle; 1700´lü yılların sonlarında uzun bir süre İstanbul ve civarında yaşayan ThomasThornton 1807 yılında yayınladığı “The Present State of Türkey” kitabında Avrupa´nın Osmanlıya nasıl baktığını şöyle özetler; ‘Bize Osmanlı konusunda şöyle denmiştir. ONLARIN ASKERİ ERDEMLERİNİ VE ADALET YÖNETİMLERİNİ AYNEN TAKLİT EDİN; fakat katılıklarını kerih görün ve düşmanları karşısındaki amansız tavırlarını küçümseyin.
(Yöneticileri) tebaalarına en asgari düzeyde engel çıkarttıkları ve şeffaf oldukları için Hıristiyan monarklar onların hükümet etme biçimini hep kıskanmıştır…´
Bizler kimi neden sevdiğimizi, kime neden kızdığımızı bilmeliyiz. Hissi ve hamasi yaklaşımlardan ziyade görülenden maada görülmeyen kısmı öğrenmeye, neden ve niçinleri kavramaya çalışalım. Bunun için de okuyalım hem de çok okuyalım.
Batıya göre göre Türkiye özelinde Müslümanlar ne yaparsa yapsın tarihin gerisinde kalmak zorunda.
Oysa tarihsel gecikmişlik ve kültürel geri kalmışlık sendromuyla hareket eden bir Türkiye´nin Avrupa, Amerika yahut Uzakdoğu´yla sağlıklı bir kültür ilişkisine girmesi mümkün değildir.
Fransızlara; ‘biz sizden daha layıkız´,
İngilizlere; ‘biz sizden daha kurnazız´,
Amerikalılara; ‘biz sizden daha kapitalistiz´ diyerek kendimizi tanımlamaya çalışmak, her tür varlık iddiasından vazgeçtiğimizi açıkça ilan etmektir.
Türkiye´nin diğer bir saplantısı da kendini Ortadoğu kültürünün “üvey çocuğu” olarak görmesidir.
Bir geleneğe mensup olmanın şartları üzerinde yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Türkiye sahip olduğu geleneği reddederek yeni bir kültür inşasına girişemez. Bunun mümkün olmadığını son yüz yıllık kültür maceramızda bütün çıplaklığıyla gördük.
Tarihsel ve kültürel geri kalmışlık psikozundan kurtulmak zorunda olan Türkiye´nin, köklü bir kültür tasavvuruna ihtiyacı var. Kültür ve ilmi inkişafımızı sağlayamadığımız müddetçe, ayakları yere basan sağlıklı bir gelişme ve büyümeden bahsedemeyiz. Maddi büyümenin yolu, ilmi ve kültürel büyümeden geçtiğini anlamalıyız.
LAGAAN FİLMİ
Filmde rol alan artistlerden bazıları
Film deyip te geçmemek gerekir. “Schindler´in Listesi” ve “Piyano” filmlerini izleyenler hatırlayacaktır. O filmlerde Yahudilerin nasıl masum ve mazlum gösterildiğini, nasıl haksızlığa uğradıklarını görecektir. Yahudilerin mazlumluğunu ortaya koyan film sadece bunlar değil. Dahası da var. Sinemanın/filmin önemini anlayan Yahudiler, Hollywood´u ellerinde tutmaya çalışmaktadırlar.
Maalesef bir suikast sonucu Amman´da/Ürdün öldürülen yapımcı ve yönetmen Mustafa Akkad´ın çektiği “Çağrı” ve “Çöl Aslanı-Ömer Muhtar” filminin dışında İslam dünyasının öğüneceği bir filmi yoktur. Maalesef en çok ihmal ettiğimiz alanlardan biri sanat, sanatta da film ve tiyatrodur. Oysa en güzel mesajın verildiği sektörlerin başında hiç şüphesiz sinema sektörü gelmektedir.
İbrahim Kalın´ın da “Akıl ve Erdem” kitabında Hindistan´da çekilen ‘LAGAAN´ filminden bahsediyor. Aşağıda kısa izahını vereceğim filmi izlemeyenlerin izlemesini tavsiye ederim. Bir filmin toplum üzerindeki etkisini anlamak için lagaan filmini izlemek gerekiyor.
Filim 19. Yüzyılda Hindistan´da kriket dönemin en siyasi oyunuydu. Müslüman, Hindu ve Sihlerden oluşan Hindistanlılar, İngilizleri kendi oyunlarıyla yenmenin büyük bir başarı olduğuna inanmışlardı. Onları yenmek ‘imparatorluk´ olma duygusundan mahrum etmekti. Bunun yolu da top-tüfek yığmak değildi. Çünkü isteseler bile top-tüfek yığmak ve bunu başarmak o tarih itibariyle oldukça zordu.
Film; Lagaan adlı vergiyi vermemek için gösterilen direnişin nasıl bir ‘pozitif asabiye´ haline gelebileceğini anlatır.
Filmin kahramanı Buvan, bir tarafta İngiliz bölge valisinin yeni vergisine, öte tarafta valinin kız kardeşinin aşk talebine direnir. Maçı kazanmaları halinde vergiden muaf tutulacaklarına dair söz alır. İngiliz imparatorluğunu ancak kriket maçında galip gelerek yenebileceklerini anlayan Buvan, en olmadık köylü karakterlerden bir takım kurar. Müslüman, Hindu, Sih ve dokunulmazlardan müteşekkil Hindistan´ın ilk kriket takımı İngilizleri yener. İngilizler Hindistan´ın en sıradan insanları tarafından alt edilir. Yenilginin ardından Kraliyetinin yazılı emriyle Vali sürgüne gönderilir.
Buvan; dokunulmaz kutsalları, engelliyi, Müslüman´ı, Budist´i ve Sih´iyle bir ve beraber olarak nasıl işgalci, müstemlekeci ve kibirli İngilizleri kriket oyunuyla yenmişse; bizde gayet tabi tüm etnik gruplar olarak oluşturacağımız ekip ruhuyla, yapacağımız kriket oyunuyla Batı´nın oyununu bozabiliriz. Bunu yapabilecek tarihi geçmiş ve tecrübeye fazlasıyla sahibiz.
Sizleri okumaya, düşünmeye, düşünürken yapmaya ve çalışmaya davet ediyorum.
25.03.2017
Ahmet BELADA