Avuç içi kadar toprak
Daha büyük benim neme lazım
Fakat benim için koskoca evrensin
Damarlarında güney kanıdır akan
Sen mesafelerden oluşan değilsin
Bağrındadır mağrur koca Balkan
Sevdim seni aşkınla şahlanarak
Georgi Cagarov
Zülgalip Akkuş; ‘YTB tarafından neşredilen “Sultan II. Abdülhamid Han’ın Yıldız Albümlerinde Balkanlar” isimli kitapta; Balkanalar yahut Rumeli, Osmanlılar tarafından gönüller fethedilerek vatan edinilen, gözbebeği kabul edilip muhafaza edilip, âdeta üzerine titrenilen diyar-ı nazenin adıdır. Osmanlılar bu güzel diyarın her karış toprağını, taşını, toprağını, dağını ve suyunu aziz bilmiş özünü Anadolu’dan aldıkları irfan, imar, iskân ile Balkanları bir Türk-İslam yurdu haline getirmişlerdir’ derken kendisi de bir Balkan evladı olan M. Akif Ersoy’da;
Balkan’ı bildin mi nedir hemşeri?
Sevgili ecdadının en son yeri,
Bir sıla isterdin a çoktan beri,
Şimdi tam vakti… Uğrular ola!
Balkan’ın üstünde sızan her pınar,
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar,
Gör ne mübarek yer… Uğralar ola!
Altı günlüğüne ‘diyar-ı nazenin’ en önemi ülkelerinden Bulgaristan’a gittim. Öteden beri bir ülke ve şehre gittiğimde flanör* halinde olmak isterim. Bulgaristan’a gittiğimde de aynı davranmaya çalıştım.
Bu ülkeye gitmeme sebep, Bulgaristan Cumhuriyeti Müslümanlar Diyaneti Başmüftülüğü, her yıl geleneksel olarak ilk Başmüftü Hocazâde Mehmed Muhyiddin* anısına düzenlediği ödül töreninin bu yılki onur konuğu Uluslararası Müslüman Azınlıklarla Dayanışma Vakfı’nın (MÜSDAV) Itrî Kültür/Sanat Grubu’ydu.
Bu etkinliğe, grubumuzun başında MÜSDAV Yönetim Kurulu adına ben ve vakıf koordinatörü Mehmet Yolcu Bey katıldık.
Türkiye’den geliş sebebimiz olan ödül töreni, 8 Aralık Cuma akşamı büyük bir salonda gerçekleşti. Programa, eski Bulgar Çar’ı, Ortodoks ve Katolik piskoposları, siyasetçiler, büyükelçiler, üst düzey bürokratlar, bölge müftüleri ve çok sayıda davetli katıldı. Ödül töreni, Şura Meclis başkanı Vedat S. Ahmet ile Başmüftü Dr. Mustafa Hacı’nın açılış konuşmalarıyla başladı. Slayt gösterisinin ardından Itrî Kültür Sanat Grubu, ezân-ı şerifle başladıkları programlarını birbirinden güzel marş ve ezgilerle sürdürdüler. Program, ödüllerin verilmesiyle nihayet buldu.
Çok sayıda soydaş ve dindaşımızın bulunduğu Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın dışında dört ayrı şehirde tasavvuf musikisi icra ettik. Musiki icrasının yanı sıra muhtelif ziyaretlerde bulunduk.
Osmanlı Devleti en büyük yatırımını Balkanlara yaptı.
Bulgaristan/Sofya yaklaşık 515 yıl Osmanlı hâkimiyetinde bulunmakla birlikte aynı zamanda Rumeli Beylerbeyliğinin de merkeziydi. Bu yüzden burada çok ciddi geçmişimiz, tarihî hatıralarımız vardır.
1878’de Türk ve Bulgar nüfusu şöyleydi:
Türkler: 1,800,954
Bulgar: 1,509,595 (II)
Kadı Seyfullah Camii ve Bâlî Efendi türbesi
Günümüzde altı buçuk milyon nüfusa sahip Bulgaristan’da, 1 milyon 117 bin 572 Türk yaşamaktadır. Bugün 1,5 milyon nüfusa sahip Sofya’nın doksan bini soydaşımızdır.
Osmanlıdan kalan;
2.356 cami,
174 tekke,
27 türbe,
142 medrese vardı (III).
Günümüzde maalesef bu camilerden çoğu yıkılmış yahut başka amaçlarla kullanılmaktadır. Söz gelimi sadece Sofya merkezinde elli iki cami varken onlardan sadece bir tanesi bırakılmış. O bile Osmanlı’nın buradaki varlığını anlamak için kâfidir. Sofya’nın tam merkezindeki cami, güzelin gerdanındaki takı gibi dikkat çekmektedir. Kadı Seyfullah Efendi adını taşıyan cami (Banyabaşı Camii) 1567 yılında yapılmıştır. Bütün ihtişamıyla bakanı kendine hayran bırakmaktadır. Sofya’da bu caminin yanı sıra beş de mescit bulunmaktadır.
Bir tarihçi, “Balkanlarda Osmanlı izlerini silmeye çok çalıştılar. Büyük oranda başarılı da oldular. O eserlerden tek tük kalanları bile Osmanlı’nın buradaki varlığını hissettirmektedir.” der. Daha önce gittiğim Yunanistan, şimdi gördüğüm Bulgaristan bu tarihçinin dediğini doğrular niteliktedir.
Daha başka hangi değerli bey ve paşaların mezarları vardır bilinmez ama V. Murat’ın kızı Fatma Hatun ile II. Dünya Savaşı esnasında kalp krizi sonucu ölen II. Abdülhamit’in oğlu şehzade Abdülkadir Efendi’nin kabirleri de buradadır. Bakımsız bir durumda olan Fatma Hanım’ın kabrini ziyaret ettik (bu arada Edirne Selimiye Camii’nin yenileme işini yapan usta, Fatma Hanım’ın mezarını yapacağını söylemiş). Lakin Abdülkadir Efendi’nin kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir.
Osmanlı’nın bulunduğu hemen her yerde -günümüz itibarıyla tamamı bilinmese dahi- ya bir şeyhe yahut dergâha rastlamak mümkündür. Balkanlarda da bunlardan çokça vardır. Çünkü Osmanlı, ilimle irfanı birlikte yürütmüştür. İlmî değerleri esas almakla beraber irfanî anlayışı hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Nitekim V. Murat’ın kerimesi Fatma Hatun’un mezarı
Padişahlar, bir sefere çıkacağı zaman, ordunun yanında ilim ehlinden bir grupla birlikte bir de şeyh göndermeyi ihmal etmezlerdi. Bu bölgede yaşayan tanınmış şeyhlerden biri de Sofya’nın banliyösünde metfun Bâlî Efendi’dir. 1551 yılında Makedonya-Bulgaristan yol kavşağında dergâhını kuran Bâlî Efendi, bu bölgede irşat faaliyetinde bulunmuştur. Muhabbet esnasında Bâlî Efendi’den bahsedilince Bulgaristan Şura meclis başkanı Vedat Sabri Ahmet Bey’e, onun türbesini ziyaret etmek istediğimi söylediğimde sağ olsun kabul buyurdular. Birlikte önce V. Murad’ın kızı Fatma Hatun’un kabrini ardından Bâlî Efendi’nin türbesini ziyaret ettik.
Bulgarların dahi saygı duyduğu Bâlî Efendi hakkında çok sayıda menkıbe anlatılmaktadır. Bunlardan
Başmüftülük binası, Şura Başkanı Vedat Ahmet, Burgaz Ataşemiz Mehmet Ungan, Rusçuk Bölge Müftüsü ve bizler.
biri de şudur: Makedonya’nın köy ve kasabalarından Sofya pazarında satmak üzere muhtelif malzeme götüren tacirler Bâlî Efendi’nin de duasını alıp öyle gidelim diye dergâha uğramışlar. Ziyaret edip ayrılırken Şeyh Efendi yolcu etmek üzere yanlarına varmış. “Pazara neler götürüyorsunuz?” diye sormuş. “Bu budur, şu şudur.” diye olanları saymışlar. Götürdüklerinin içinde içki de varmış. Utandıklarından içki kabını göstererek “Bu da bal efendim.” deyivermişler! Bunun üzerine Bâlî Efendi de “Hayırlı pazarlar yavrum. Allah işinizi rast getirsin.” deyip yolcu etmiş. Orada veya pazar yerinde içki dolu kapları açtıklarında içindekilerin bal olduğunu görmüşler. Bu hadiseden sonra şeyhe “Bâlî Efendi” denmiş.
İlerleyen zamanlarda önce dergâhın yanındaki camiyi, ardından da tekkeyi yıkmışlar. Yıkan şahsı rüyasında çok korkutmuşlar. Bunun üzerine tekkeyi tekrar yapmak durumunda kalmış. Şimdi ise içinde camisi türbesi ve vakfiyesi olmasına rağmen camiyi yıkıp yerine kilise yapmışlar. Diğer arazileri de farklı amaçlarla kullanmaktalar. Türbe ve caminin yanı başında şifalı olduğuna inanılan üç musluktan kurnaya akan ılık bir de su var. Oradan veya bölgede yaşayan insanlar gelip, ya sudan alıp gidiyorlar ya da elini yüzünü özellikle de gözlerini yıkıyorlar. Biz de gözlerimizi yıkadık. Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde bu çeşmeden bahsetmektedir.
Gelelim netameli konuya. Bulgarlar, bağımsızlıklarını kazandıkları tarihten itibaren maalesef soydaşlarımıza rahat yüzü göstermediler. Asırlarca dostça ve kardeşçe birlikte yaşayan bu iki millet, Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte emperyalistlerin de etkisiyle Bulgarların olumsuz yüzünü göstermeye başlar. Her geçen gün şehirlerde ve köylerde gün geçmiyor ki yeni bir olumsuzluk yaşanmasın. Defalarca icra edilen zoraki sınır dışı etmenin yanı sıra eften püften sebeplerden dolayı insanları evlerinden barklarından alarak olumsuz mekânlarda toplayıp işkence etmek, öldürmek gibi her türlü deni işleri dahi yaptılar. Bunlardan en dramatik olanı da isim değişiklinin uygulanmasıydı. Türk ve Müslüman isimleri zorla değiştirildi. Değiştirmek istemeyene de akıl almaz zorluklar çıkarttılar.
BU KONUDA TRAJİKOMİK İKİ HATIRA
Razgrad’ta bir çingene, çekmiş eşeğini Sancak Parti Komitesi önüne. Başlamış hayvanı acımasızca dövmeye. Durumu pencereden seyreden Birinci Sekreter çingeneyi çağırtmış. Eşeği neden dövdüğünü sormuş.
- Abe, sekreter yoldaş, ben bu uzun kulaklıyı at yapmak istiyorum razı gelmiyor. Dayakla akıllandırmaya çalışıyorum.
Sekreter boş bulunuyor, çingenenin saflığına güldükten sonra:
- Yoldaşım, hiç eşekten at olur mu? Boşuna dövme hayvanı.
- Neden olmasın, sekreter yoldaş siz bizi döve döve nasıl Bulgar yaptınız?
Tırnovo’da gene bir çingene milis şefine dayanmış. Yüzünü beyaz boya ile boyamış vücudunu da kireçle beyazlatmış. Sadece kapkara saçları kalmış. Şef soruyor:
- Bu ne hâl, neden maskara ettin kendini.
- Müdür yoldaş, ben Bulgar oldum. Onun için boyamı sildim.
- Kâh, kâh, kâh… (IV)
Bu ve benzeri konuları da işleyen, Zağra Müftüsünün Anıları, Kadir Mısıroğlu’nun yazdığı Moskof ve Mezalimi, Medresetü’n-Nüvvâb Okulu’nun değerli müdürü Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı Ölüm Daha Güzeldi gibi kitapların yanı sıra YTB tarafından neşredilen Belene Ölüm için Yer Sert Uçmak için Gök Uzak kitapları incelenebilir.
BAŞMÜFTÜLÜK*
Başmüftülük, Bulgaristan’da yaşayan Müslümanlar için son derece önemli bir kurumdur. Bu müesseseden ve hizmet eden mümessillerinden
bahsetmeden önce bu alanda yazılmış iki eserin ismini sizlere vereyim. Dr. İsmail Cambazov’un kaleme aldığı büyük boy iki ciltten oluşan Bulgaristan’da Başmüftülük Tarihi (1944-2012) ve Basri Zilabid Çalışkan’ın İnkılap Yayınları’ndan çıkan Bulgaristan’da İslâm -1878/2018- ismi geçen kitaplardır. Bulgaristan’ın İslâmî hayatına ışık tuttuğu gibi orada hizmet eden Müslüman öncülerden de bahsetmektedir. İsmail Bey’in kitabı hakkında Başmüftü Dr. Mustafa Hacı, “Bizim kurumumuzun yazılmamış tek tarihidir.” diyor.
Anlaşılması açısından şunu ifade edeyim. Başmüftülük Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığının muadilidir. Başmüftülük, seçimle iş başına gelen Şura Meclisi’nden, Şura Meclisi tarafından seçilen Şura Başkanı ve bir de icracı başmüftüden oluşmaktadır.
Günümüzde Şura Meclis başkanlığını Vedat Sabri Ahmet, Başmüftülüğü de Dr. Mustafa Hacı yürütmektedir. Bulgaristan’ın yirmi şehrinde bölge müftülükleri bulunmaktadır. Müftüler, Başmüftülükçe belirlenmektedir. Türkiye’den gönderilen imamların dışındaki imamların tayin terfi iş ve işlemleri de bu merkez tarafından yapılmaktadır.
Bulgaristan, Avrupa birliğinin en az nüfus artışına sahip ülkesidir. Aynı zamanda Avrupa’nın değişik ülkelerine özellikle de Almanya ve İngiltere’ye çok sayıda göç vermektedir. Sofya’da toplu taşıma genellikle elektrikli tramvaylar vasıtasıyla yapılmaktadır. Çok fazla olmamakla beraber yeraltı treni de kullanılmaktadır. Trafik kurallarına uyma son derece güzel. Tramvayların yolun ortasında olmasına rağmen ne olursa olsun yolcuların inme ve binme esnasında hak tamamen onlara aittir. Diğer arabalar, inen ve binen yolcuları beklemek zorundadır.
Siyasi istikrarsızlığın yoğun yaşandığı ülkede, sık sık seçim yapılmaktadır. Bu durum uzun vadeli yatırım planlarının yapılmasına engel olmaktadır. Hâl böyle olunca ülkenin genel görünümünün bakımlı olmadığını, yeterli hizmeti alamadığı söylenebilir.
PLEVNE
Bulgaristan ve başkenti Sofya hakkında kısa da olsa vermeye çalıştığım genel bilgi böyledir.
İki günlük Sofya programımızın ardından sabahın erken saatlerinde Rusçuk’a doğru hareket ettik. Rusçuk’a varmadan yol güzergâhımızda olmamasına rağmen Plevne’ye uğramak istedik. Çok da iyi olmayan yolları aşarak şehre vardık.
Şehri içinden geçerek ve tepeden bakarak gördük. Bölge müftümüzden aldığımız kısa bilgiden sonra zaman kaybetmeden doğruca Plevne savunmasının yapıldığı tepeye geçtik.
Başmüftü Dr. Mustafa Hacı ve Şura Başkanı Vedat Ahmet
Rusçuk İmam-Hatip Lisesi ve Mirza Seyit Paşa Camii’nin mihrabı
Vadi ve muhtelif tepeciklerden oluşan savunma/muharebe alanı, imara açılmamış. Savaş alanı, orman ve muhtelif bitki örtüsüyle kaplı durumda.
Hâkim bir tepeye İstanbul Topkapı’daki “Panorama 1453” gibi büyük bir panorama yapılmış. İçerde savaşı canlandıran devasa resimler duvarları süslüyor. Bir rehber eşliğinde sözlü anlatımla birlikte panoramayı gezdik.
Plevne savunması “93 Harbi” (1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı) sırasında şehrin Rus ve Rumen ordusu tarafından kuşatılmasıdır. Düşmanın 85 bin askerine karşılık Osmanlı’nın 35-40 bin civarında askeri vardı. Savunma, 19 Temmuz’da başladı, 10 Aralık’ta sona erdi. 1877’de yapılan bu savunma, 145 gün sürdü. Bu muharebe 93 Harbi’nin en önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır. Savunmanın son günlerinde çok sıkışan Osman Paşa, son bir kez daha yarma harekâtında bulunmuşsa da ondan da bir netice alamamıştır. Büyük bir savunma örneği gösteren Gazi Osman Paşa, beklenen desteğin gelmemesi, teçhizatın azalması veya tükenmesi, yiyeceğin bitmesi, olumsuz hava koşulları ve daha da ötesi Rus ve Rumen askerlerinin çokluğu gibi sebeplerden dolayı yaralı olarak teslim olmak durumunda kalmıştır. Yakalandıktan sonra Rus Çarı II. Aleksandr, kılıcını geri iade ederek teselli de bulunmuştur.
RUSÇUK
Tuna Nehri kıyısında bulunan Rusçuk’un 200 bin nüfusu vardır. 35 bin soydaşımız yaşadığı şehir, çok göç verdiğinden oldukça sakin gözüküyor. II. Mahmut ve Sultan Abdülaziz’in de bizzat uğradı Rusçuk, tarihi bir şehir.
Edirne anlaşmasına göre Bulgarlara savaş yapılmadan teslim edilmiştir. Bu yüzden birçok tarihi bina hâlâ durmaktadır.
Bulgaristan’daki üç İmam-Hatip Lisesinden biri de buradadır. Türkiye tarafından âdeta yeniden yapılan okulun, dış görünüşü, sınıflar, kütüphanesi, yemekhanesi, lavabo ve koridorlarıyla âdeta pırıl pırıl.
Okul, otuz camiden sadece bir tane kalan Mirza Seyit Paşa caminin yanı başında merkezde bulunmaktadır. –Maalesef- sadece otuz bir talebesi bulunmaktadır.
Mirza Seyit Paşa Camii birçok kez yıkılmasına rağmen Türkiye tarafından tekrar yapılmış. Sadece minber aynı kalmış. Osmanlı bakiyesi tek cami etrafındaki müştemilatıyla Müslümanların uğrak yeri.
Şehrin merkezinin dışında seksen yerleşim yerinin kırkında soydaşlarımıza ait Cami ve cemiyetimiz bulunmaktadır. Şehirde az sayıda da olsa Yahudi ve Ermeni de yaşamaktadır.
TUNA MARŞI
Son derce nüktedan ve gayretli bölge müftümüz Yücel Bey, az zamanda çok şey gösterebilme ve anlatabilme adına epeyce gayret sarf etti. Koltuğa zor sığan hâliyle arabasına bizleri alarak araç içinden de olsa şehri gezdirdi. Bir taraftan espri yaptı, bir taraftan mekânları gösterip izahatta bulundu. Derken bizi Tuna Nehri’nin yanına götürdü. Hemen karşısı Romanya.
Nehri görür görmez hemen aklımıza Plevne Savunması ve Tuna Marşı geldi. Bölge müftüsü Yücel Bey, “Ahmet Hoca’m, Tuna Marşı’nı kimin yazdığını biliyor musunuz?” diye sorunca “Hayır.” diye cevap verdim.
“Burada Tuna Marşı’yla ilgili şöyle bir menkıbeden bahsedilir.” diyerek aşağıdaki hadiseyi anlattı. Plevne savaşı bütün şiddetiyle devam ederken Mevlevi şeyhlerinden Dede Galip Efendi üç müridiyle Tuna Nehri’ne varırlar. Galip Efendi talebelerinden birine, “Yavrum kulağını nehre ver bakayım ne diyor?” Kulağını akan suya uzatan talebe, “Hocam bir hışırtı sesi geliyor ama anlayamıyorum.” der. Diğerine, “Yavrum sen ver bakayım kulağını.” O kulağını nehre doğru yaklaştırır, “Hocam bir mırıltı geliyor lakin tam seçemiyorum.” der. Üçüncü müridine, “Molla sen ver bakayım kulağını.” Mürid kulağını nehre yaklaştırdığında doyduğu sesi tekrar etmeye başlar. Galip Efendi, “Yaz yavrum.” der. Talebelerden biri de yazar:
Tuna Nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor
Olur mu böyle, olur mu?
Evlat babayı vurur mu?
Sizi millet hainleri
Bu dünya size kalır mı?
Düşman Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
Osman Paşa’nın kolunda
Beş bin top birden patladı
Kılıcımı vurdum taşa
Tas yarıldı baştanbaşa
Askerinle binler yaşa.
Namı büyük Osman Paşa
Camiye çok uzak olmayan müftülük binası Mâlikü’l-Mülk Rusçuk Evkâf-ı İslâmiyye tarafından 1905’te inşa edilmiştir. Osmanlı tarihinde ciddi yeri olan ve bir hayli yararlılıkları olan Alemdar Mustafa Paşa Rusçukludur. Saat 17’de Itrî Kültür Sanat Grubu’nun verdiği konser ciddi rağbet gördü. Özellikle Tuna Nehri’nin yanında bulunan şehirde, Plevne Savaşı ve ünlü komutanı Osman Paşa için söylenen Plevne Marşı’nı bir gencimizin okumasıyla ağlayanların yanı sıra büyük bir alkış tufanı koptu. Konser sonrası istek üzerine ikinci kez okundu. Dinleyicilerden bir hanım efendinin marşı okuyan gencimizi bağrına basması duygusallığı daha bir arttırdı.
ŞUMNU
Rusçuk’tan oldukça güzel intibalarla ayrıldık. Rusçuk başta olmak üzere gördüğümüz her şehir ve her kasaba, köy sanki Anadolu’daki herhangi bir şehrimiz gibi. Değişik ifadeyle Balkanlar biz, biz Balkanlarız. Günümüzde Şumnu şehir merkezinde on, köy ve kasabalarla birlikte yetmiş bin soydaşımız yaşamaktadır. Şehrin beş milletvekilinden dördü Türk’tür.
Gençliğimizde gazetelerde tefrikalarını okuduğumuz, televizyondaki belgeselini izlediğimiz, tuşlarını, kündelerini ve tek kollarını nasıl yaptığını dinlediğimiz meşhur pehlivan Koca Yusuf’un köyü burada. Adana Belediyesi tarafından restore edilip müze hâline dönüştürülen evini de ziyaret ettik. Antrenman yaptığı taşı, beş-altı kişi ancak kımıldatabildi.
Şumnu, Osmanlı Devleti zamanında ordu karargâhının bulunduğu, oldukça stratejik öneme sahip bölgenin en önemli şehirlerindendir. Bir yetkilinin “Bulgaristan Şumnu’dan başlar.” ifadesi boşa değildir. Nitekim 1980’de “Şah Mini” heykelinin burada yapılmasının gerekçesi de bundandır. Şah Mini derken minnacık bir heykel aklınıza gelmesin. Şumnu’daki söylentilere göre, “Orada kullanılan çimento, yeni bir Şumnu yapardı.” şeklinde. Her ne kadar mübalağalı olsa da görenin hayret edeceği büyüklükte bir heykel.
Baskı ve değişik vesilelerle burada yaşayan Türklerin Türkiye’ye gönderilmesiyle/göçmesiyle Türk nüfusu bir hayli azalmış.
Bir dağ yamacına kurulan Şumnu’nun kominizim döneminde, büyük zarar gören eski mahallelerinde hâlâ bazı tarihî binaları ve evleri görmek mümkün.
Şehir merkezinde hâlâ çok sayıda Türk, bunun yanı sıra az sayıda da olsa Ermeni ve Yahudi yaşamaktadır.
Şumnu Şerif Halil Paşa Camii
Şumnu, 1389 yılında Çandarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı toprağına katılan, stratejik önemi olan ve Osmanlı İmparatorluğu’na askerî üs ve doğal kale görevi yapmış bir şehirdir. 1810 yılında Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar burada 50.000 ölü vererek savaşı kaybetmişler.
1744 yılında yapılan Şerif Halil Paşa (Tombul) Camii, Şumnu’nun sembolü durumundadır. Çok sayıda yerli ve yabancı ziyaretçisi oluyor. Bu cami Balkan Yarımadası’nda Hristiyan bir ülkedeki en büyük ikinci camidir. Şumnu’da geçmişte altmış cami varken günümüzde sadece üç cami bulunmaktadır. Buradaki camilerde dış ezan okunmaktadır.
NÜVVÂB
Soydaşlarımız açısından önemli bir kurum olan, birçok değerli ilim adamının yetiştiği, hâlâ da yetişmekte olan Medresetü’n-Nüvvâb İlahiyat Lisesi de buradadır. Ölüm Daha Güzeldi hatıra kitabının yazarı Ahmet Davutoğlu Hoca buradan mezun oldu. Bu okulun müdürlüğünü de yapan Davutoğlu görevi başında tutuklanarak Belene’de işkenceye maruz kaldı. Ayrıca âlim, fazıl ve edep timsali, İmam Hatip Lisesinde Kur’an hocalığımızı da yapan Müzekka Gürbüz Hoca bu okulun mezunudur.
Kendi de bu kadim okuldan mezun olan, Osmanlı bakiyesi soydaşlarımızdan Osman Kılıç, YTB’den çıkan Kader Kurbanı isimli kitabında; “Nüvvâb’ın ana vatanın, Bulgaristan Türklerine bir hediyesidir. Zamanın Osmanlı Hükümeti, Rumeli’de kalan soydaşlarını unutmamıştır. Balkan harbinde hezimete uğramasına rağmen 29.09.1913’te Bulgaristan’la varılan anlaşmayla, müftü ve müftü naipleri yetiştirmek için hususi bir okul açılmasına karar verilmiş.
Türk halkının milli ve dini istinatgâhı Nüvvâb idi. Milli varlığımızı benliğimizi muhafazayı da biz Nüvvâb’a borçluyuz. Nüvvâb gençleri, Türk halkının karanlık afakından birere yıldız gibi parlamışlardır.
Bulgar hükümeti bir kuruş bile vermiyordu. Bu müessese, doğrudan Türk halkının kendi öz malıdır. Buradaki Türkler dişinden tırnağından artırarak bu müesseseyi yaşatmıştır, Allah’ın izniyle yaşatacaktır da. Bu okul doğru bir teşebbüs olduğu kadar, aynı zamanda bize can ve kan veren bir hayat kaynağı idi. Buradan mezun olan gençler, Bulgaristan Türk halkı arasına dağılır, etrafa ışık saçarlardı. Her tarafın karanlıklar içinde kaldığında tek ışık oradan geliyordu.
Yukarda da ifade edildiği gibi, devlet tarafından hiç geliri olmayan okul, gelirlerini okumaya gelen talebelerden alınan 2000 leva ve Nüvvâb fonuydu. Fon, evlenecek olan gençler müftülerden izinname almak mecburiyetindeydi. Bunun için de 600 leva ödeniyordu. Bunun 300 levası hükümete gidiyor diğer kalanı ise Nüvvâb Fonunda toplanıyordu. Bu paralar ancak okulu ayakta tutuyordu.
Bulgar Hükümeti Türk gençlerini okula almadığından, memlekette başka Türk okulu da bulunmadığından Nüvvâb’ın öğrenci sayısı potansiyelinin bir hayli üstüne çıktı. 1948’de talebe sayısı 1200’ü geçti. Sadece tali kısmında 30 öğretmen görev yapıyordu.
Fonu güçlendirmek için ramazan aylarında hocalar köylere giderek oradan getirdikleri zekât ve benzeri yardımları fona devrediyordu. Böylece okulun ayakta kalması sağlandı.
Günümüzde eğitime son derce elverişli okulun talebesi sadece 91. Talebenin artırılması için türlü çarelere başvurulmaktadır. Bu çabayı gösterenlerden birinin mücadelesini bölge müftüsü Mesut Mehmet Bey anlattı. Türkiye’den Şumnu’ya Mustafa Çıtlak isminde biri geldi. Çıtlak Hoca, gecesini gündüzüne katarak, mahalle mahalle, köy köy dolaşarak okutmak için talebe toplamaya çalıştı. Onları zor şartlarda da olsa barındırmaya gayret etti. Bizzat eliyle yaptığı yemeklerden yedirdi. Türkiye’den getirdiği parayı bitirdikten sonra altındaki arabasını sattı. Bu çalışmasının farkına varan Bulgar yöneticileri, yurt dışı etti. O Türkiye’de ismini değiştirerek tekrar gelerek kaldığı yerden faaliyetlerine devam etti.
Bir şeye ihtiyacı olmadığını veya Müslümanın kılık kıyafetinin düzgün olması gerektiğini göstermek için de oldukça iyi giyinirdi.
Bu sadece bir örnek. Kim bilir bunun gibi ne fedakâr insanlar, bu okulun ayakta kalması için gayret sarf etmiştir. Mustafa Çıtlak Hoca öldü. Cenâb-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Burada ikinci bir evlilik yapmış. Üç çocuğu olmuş. Hanımı hâlâ Şumnu’da Kur’an hizmetinde bulunmaktadır.
FİLİBE
Şumnu’da akşam saat 19’da gerçekleşen programda Itrî Kültür Sanat ekibi, salonu dolduran insanları âdeta coşturdu. Birbirinden güzel tasavvufi ilahiler ve marşlarla gönlümüzü mesrur eylediler. O gün orada kalıp ertesi gün Filibe’ye hareket ettik.
Filibe, Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın en büyük şehridir. Kültür şehri özelliğini taşıyan Filibe’nin, şehir merkezinde 350 bin, diğer yerleşimleriyle birlikte 450 bin nüfusu bulunmaktadır. Bu nüfusun yetmiş binini soydaşlarımız oluşturmaktadır.
Osmanlı döneminde Filibe’de elli üç cami varken günümüzde onlardan sadece, tarihî Muradiye (Filibe Cuma) ve Şehabettin (İmaret) Camilerinin yanı sıra bütün işlemleri tamamlanmış ibadete açılacak olan Taşköprülü Camii ayakta kalmıştır. Konuşma yaptığım diğer şehirlerde heyecanlanmazken Filibe’de kısmen de olsa heyecan hâli oldu. Bunda, dinleyicilerin kahir ekseriyetinin millet -Rumen- olmasının rolü var mıdır bilemiyorum. Salonun soğukluğunu katılımcıların sıcaklığı ısıttı.
Programımızı icra eyledikten sonra bir şeyler içmek üzere Muradiye Camii’nin altındaki çay ocağına gittik. İkramdan sonra profesyonel sanatçıları aratmayacak şekilde icra-i faaliyetlerde bulunan, geleceğin; ahlaklı, edepli, vatanını milletini seven, en büyük saninin Allah olduğu idrakini taşıyan Itrî Kültür Sanat ekibimiz, Kırcaali bölgesinde bulunan Mestan İmam Hatip Lisesine; biz de ertesi günü Türkiye’ye dönmek üzere Sofya’ya hareket ettik.
Sofya başta olmak üzere Rusçuk, Şumnu, Filibe ve Kırcaali’de -Mestan- yaptığımız programlarda, herhangi bir sorun ve sıkıntı yaşanmadı. Ecdat yadigârı yerleri görmek, görürken de tarihi yeniden yaşamak, yaşarken de yaşanmışlıkları dinlemek hepimize çok iyi geldi. Aliya İzzetbegoviç’in deyimiyle “Tarihte yaşamamak gerekir ama unutmamak da icap eder.”
TEŞEKKÜR
Bulgaristan’a vardığımız ilk günden, uçağa bineceğimiz ana kadar bir an bile bizleri yalnız bırakmayan Sofya Sosyal İşler Müşavirimiz Erdal Atalay Bey’e, Başmüftü Dr. Mustafa Hacı’ya, Şura Meclis Başkanı Vedat S. Ahmet’e, Burgaz Sosyal İşler Ataşesi Mehmet Ungan’a, Filibe Sosyal İşler Ataşesi Mehmet Kahvecioğlu’na, Sofya Bölge Müftüsü Beyhan Mehmet’e, Rusçuk Bölge Müftüsü Yücel Hayrettin’e, Şumnu Bölge Müftüsü Mesut Mehmet’e, Filibe Bölge Müftüsü Taner Veli’ye gösterdikleri yakınlık ve misafirperverliklerinden dolayı ayrı ayrı teşekkür ederim. Diğer taraftan MÜSDAV’ın gayretkeş medya temsilcisi Mehmet Daldal’a ve her hâl ve şartta kahrımızı çeken, kendine çok takıldığım müşavirliğimizde hizmette bulunan Mehmet Terzi’ye çok teşekkür ederim.
Ahmet Belada
------------------0-----------------
· ‘Flanör olmak: insanın bir şehirde, köyde, kasabada yahut tabiatta fazla hesap kitap yapmadan yürüyüşe çıkması, kendini bir akışa bırakması ve yeni keşiflerle buluşması demektir.’ İbrahim Kalın, Öze Yolculuk, İnsan Yay. S.63
· Başmüftülük: 19 Nisan 1909’da İstanbul hükûmetiyle Bulgaristan arasında imzalanan bağımsızlık belgesinin yanı sıra bir de müftülük sözleşmesi imzalandı. Bu metne göre Müslüman topluluğun hakları ve vakıf mallarının korunması esas alınmaktaydı. Sözleşmenin birinci maddesine göre Sofya’da bir başmüftülük kurulacaktı. Bulgaristan’daki müftüler tarafından seçilecek olan başmüftü beş yıllığına seçilecekti. Fakat bu seçilen kişi hemen başmüftülük koltuğuna oturamıyor. Bulgar hükûmeti, Osmanlı Devleti’ne gönderecek, Şeyhülislâm’ın onaylayıp “mürâsele-i şeriyye” (kadılık) belgesini vermesiyle ancak koltuğuna oturabilirdi. İlk başmüftü Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’dir. (Detaylı bilgi için bk. Bulgaristan’da Başmüftülük Tarihi, II Cilt ve Bulgaristan’da İslâm -1878/2018-, Basri Zilabid Çalışkan, İnkılap Yay.)
· Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, 1859’da Şumnu’da doğdu. Medrese tahsilini Türkiye’de tamamladı. Memleketine dönüp ramazan hocası olarak göreve başladı. Önce Pravadi, daha sonra da Şumnu’da bir müddet müftülük görevinde bulundu. 1905’te tayinle merkez müftüsü olarak geldiği Sofya’da 1910 yılında başmüftü seçildi. 1913’te Bulgar hükûmetinin il müftülerinden bazılarını Başmüftü’nün onayını almadan görevden almasını protesto ederek istifa etti. Bundan böyle hukuka riayet edileceğine dair verilen sözler üzerine makamına dönmüş fakat 1914’te hükûmet bu sefer kendisini ve tüm Başmüftülük personelini azletti. Bir süre Dîvân-ı Âl-i Şer’i (Yüksek Şeriat Mahkemesi) başkanlığında bulundu. Hocazâde, 25 yıl din hizmetinden sonra emekliye ayrıldı ve daha sonra fahri olarak Medresetü’n-Nüvvâb’ın yüksek kısmında bir müddet usûl-ü fıkıh dersleri okuttu. (Bk. Bulgaristan’da İslâm -1878/2018-, Basri Zilabid Çalışkan, İnkılap Yay., s. 67-68).
I- Bulgaristan’da Başmüftülük Tarihi, Cilt I, s. 16.
II- a.g.e., C. I, s. 83.
III- a.g.e., C. I, s. 85.
IV- a.g.e., C. I, s. 405.