Yaşadığımız çağda ülkelerin varlıkları dünyadaki fiziki ağırlığı yarattıkları markalar ile eş değerde. Millet olarak medeniyet seviyeniz ürettikleriniz, Hukuk yapınız, demokrasi kaliteniz, yarattığınız markalar ve din, inanç kavramı doğru orantılı. Eğer Millet olarak dünyada değer atfedilen bir şeyler üretemiyorsanız. Medeniyet algınız çağdaş toplum profiliniz de sınıfta kalıyor tanım bu.
Geçmişe 1840 yıllara Sultan 2.Mahmut dönemine gidiyorsunuz. Bu dönem de yenilik hareketleri var. Yeniçeri Ocağının lav edilmesi yerine Nizami Cedit adında yeni Askeri Ordugahın kurulması gibi yenilikler yapılmıştır. Bu tarihlerde yine Osmanlı’da ilk nüfus sayımı yapılmış erkeklere yönelik. Balkanlar da 1.5 milyon civarında Anadolu da ise 2.5 milyon olarak tespit edilmiş. 1.900’lü yıllarda yaklaşık 14 milyon olarak tespit edilmiş.
Günümüzde bu nüfus yoğunluğu ne demek? Osmanlı’nın o günkü Nüfusu bugün Cumhuriyetin Büyükşehir Belediye statüsündeki Vilayetimizin Nüfusuna eşit geliyor. Cumhuriyet ‘in ilk yıllarındaki Nüfusu ise bugün İstanbul’ un Vilayet Nüfusundan 6 milyon daha düşük/az.
Bu durum bize bazı çağrışımları zorunlu kılıyor. Şöyle ki; Cumhuriyet Anayasası 1921 yılında yapılan Teşkilatı esasiye Kanunu, arkasından 1924 ve 1967 sonra 1982 Anayasası yapılmış.
Bu Anayasalar toplumun beklentisi gözetilerek değil- devletin varlığı ve milli birliğin korunmasına yönelik mantık ön plandadır. Bu yasaların daha yüzlercesi güncelliğini korumakta olduğu gibi asıl dikkat çeken kavram yasaların içeriğinin nasıl/nedir değil.
Türkiye’de Anayasanın yüzlerce madde içermesi, yasanın yenilenmesi veya değiştirilmesi. Mecliste 2/3 sandalye çokluğuna sahip olma şartının getirilmesi, çok ilginç. Bu yasa ne demek biliyor musumuz; yüzlerce maddelik Anayasa yapıp (kanun gibi) sonra yeni yasa yapılması/değiştirilmesi zorlaştırılması belki milli birliği sağlamak gibi haklı gerekçeleri olabilir ancak, bu durum bana göre devletin/ Milletin ayağına taş bağlayıp denize atmak demek. Nefes alınamaz büyük büyüyen 100milyon Nüfusa merdiven alan Cumhuriyeti daracık yönetim iradesinde tutmak, hapsetmek demek. 10 milyon Nüfuslu Yasa/yönetmenlikle 100 milyonu yönetmek demek.
Başka açıdan siyasi Liderleri devlet/hükümet başkanlarının elini kolunu bağlayıp çaresiz koymakta. Türkiye’yi geliştirmek isteyen Rahmetli Özal; “ bir kez Anayasayı delmekten bir şey olmaz “ demek durumunda kalmıştır. Tayyip Erdoğan yıllarca süren fiili durumu yasallaştırma uğraşısı vermek durumunda kalmış siyasi lügatımıza Anayasa değişim süreci “şu anki fiili yaşanılan durumun yasalaşması süreci “ anlamında tanım yapmak durumu yaşanmıştır.
Diyelim ki böyle oldu bu durumun diğer yakasında şöyle bir marjinallik de yaşanılmasına olanak tanınıyor. Hukuka saygıyı, hukuk devleti olmanın temel zorunluluklarını yıkıyor. Hukukçuya olan saygıyı zedelediği gibi hukuk adamı uzaktan masum masum bakmak durumunda kalıyor. Ayrıca toplumunda hukuka olan güven sarsılıyor. Peki, ne adına milli birliği koruma, devletin bekasını muhafaza etmek adına.
Oysa Milleti bir arada tutmanın harcı, adalet ve hukuka güven duyusu olduğu kaçınılmaz.
MÜLKİYET-HÜKÜMET-BAKANLIK VE MÜLKİ AMİR
MERKEZİ Hükümet, yeni sistemin birleşen Bakanlıklarıyla birlikte Başkan’ın görev, yetki ve sorumluluğunun artırılmasana yönelik gelişmeler. Biz hantal bürokrasiden söz ederken Merkezi Hükümetin yükünün hafifletilmesi derken. Merkez yükünü daha da artırıp. Bir Ahtopatın kollarının her yere uzanmaya çalışmasına yönelik girişimde bulunuyor. Bu durum bürokrasiyi azalta bilir ancak, merkezden gelen gücün kuvvetine katkı sağlamaz. Merkezden yaratılan güç Yurdun en ücra köşesine ulaşana kadar zayıflamakta ivme kaybetmektedir. Sonra, her sorun için ayrı bir refleks üretilerek ihtiyaç olan alana ulaştırılması ayrı bir sorun.
Dünyanın her bakımdan gelişmiş Ülkeleri kesinlikle Merkezi Hükümetlerin yükünü hafifletmişlerdir. Ve yerel yönetimlerdeki mülkü amirliği geniş yetkilerle donatmışlardır. Dolayısıyla, geçmiş dönemlere göre çoğu vilayetler Nüfus, eğitim ve ekonomik sosyal talepler bakımından yerinde politik, sosyal hizmet üretmeyi zorunlu kılmaktadır.
Şunu da sorgulamak gerek; bir Vilayette mülki amir Bakanlık mı, Valilik mi, seçilmiş Belediye Başkanımı yoksa Adli personel mi. Çünkü her kurum ayrı bir Bakanlığa bağlı ve Bakanlıklar da aynı eşit siyasi politik duyarlılığa sahip. Yani kurum diyor ki bu politika yanlışsa da/doğruysa da benim arkasında, ben varım diyor.
16 Temmuz 2018 günü tv haber programı Kanal D Haberin detayı; İstanbul’da trafiğe kapalı yolda ehliyetsiz motorlu sürücü 3-4 yaşında annesiyle oynayan çocuğa çarpar. Çocuk yaralanır. Araç yüksek sesli Motosiklet, sürücünün ehliyeti yok. Kazadan önce Anne sürücüyü uyarıyor olmasına rağmen kaza gerçekleşiyor. Tabi detaylarını bilmiyoruz bildiğimiz basına yansıyan kadarı “Anne, devlet niye böyle yapıyor neden bize sahip çıkmıyor” sürücünün Savcılık tarafından salınmasına karşı çıkıyor.
Sürücü motorlu tarafından işlenen suç görünürde bir kaza olarak algılanmakta. Asıl görünmeyen dile getirilmeyen asli unsur toplumda güven unsurunun yıkılması, hiç edilmesi. Şimdi, Mülki Amir, Şehrinde böyle bir durumun yaşanmasına asla müsamaha edilmemesi yönünde üstünlük hakkı var mı, yok mu? Vali “Mülki Amir” Savcı’ya, “ ben Şehirim de güveni hiç eden toplumun güvenini ve güvenliğini tehdit eden unsur/ unsurlara asla tolerans göstermem” deyip inisiyatif alabilir mi. Yoksa bu yetki Adli personele/ Bakanlığa mı ait. Suça, suçluya gösterilen tolerans oluşacak yeni suç ve suçlulara katkı sağlamak, suçun oluşumuna katkı/cesaretlendirmek olur.
Devlet bütün refleksleriyle kendini korurken, yurttaşların yaşama sevincini artıracak her çeşit çalışmayı da etkinleştirmelidir.
SONUÇ: Kanunlar elbette güncelliğini yitirecektir. Hele günümüzde bu durum daha da hızlı yaşanmaktadır. Kanunu sırf kanun olmasından dolayı ilahlaştıramayız, kanunların uygulanabilirlikleri sorgulanmalı ve sivil toplum ve resmî kurumlar Melis’e kanun değişikliği veya uygulama alanı hakkında bilgilendirme, değişiklik teklifinde bulunma yetkisi sağlanmalıdır.