Beşiktaş ben kendimi bildim bileli medyada yalnız bir kulüptür. Medyanın miladı benim doğumuma göre ayarlanmadığına göre evveliyatı da vardır elbet. Tirajın renkli takımların başarısına bağlı olduğu günler aklımdan hiç çıkmadı çıkmayacak.

BEŞİKTAŞ taraftarının diğer iki rakibe göre az olduğu doğrudur. Beşiktaş´ın “kemik” taraftar kitlesinin yüzdesel fazlalığı dolayısıyla, bu eksikliği pek hissetmeyiz. Bizde diğer renkliler gibi dönemsel taraftar pek yoktur. Beşiktaşlı takım başarılıyken “işler bensiz de yolunda” hissine kapılır da, kötü giderken “zor zamanında yanında değilim” duygusuyla baş edemez. “DNA´sına kurban olduğum” mıknatıs gibi vefayla yoğrulmuş insanları çeker kendine.

Yalnız biraz cimriyizdir daha doğrusu cimriydik de toparlıyoruz yavaş yavaş. Bunda tabii taraftar tabanının ağırlığını teşkil eden sosyal yapının etkisi de var.


Ben bir gazeteci olarak eskiden spor müdürlerinin “Fenerbahçe posteri veriyoruz gazete yok satıyor kardeşim, Galatasaray eh işte, Beşiktaş tirajı oynatmıyor” tarzı efelenmelerini, Beşiktaşlı´nın okumayacağı gazeteye para verecek kadar geri zekalı olmamasına bağlardım.

Yaş ilerledikçe meselenin tam da bu olmadığını anladım. Büyük takım taraftarları içinde futbolun para harcanacak bir şey olduğuna en son ikna olanlar biz olduk. Takımıyla bağını kan, ter ve gözyaşı üzerinden kuranlar, endüstriyel futbolun çağrısını “ömrümüzü verdik ya” diyerek uzunca bir süre duymazdan geldiler.


Yani gerçekten de biz sayıca azdık, gelir seviyemiz göreceli daha düşüktü ve futbola para harcayan taraftar oranımız da diğerlerinden gerideydi. Bu farklar öyle kapanmayacak ve artık kemikleşmiş değişmezler değildi. Nitekim günümüzde kapandı da fakat bunun bunca zaman sürmesinde belki de en çok medyadaki yalnızlığımızın kabahati oldu diye düşünüyorum.


NBA´in bir önceki yöneticisi David Stern bir keresinde, büyük ve zengin seyircisi olan takımların kayırıldığı dedikodularından sıkılmış olacak ki, “finalde kim oynasın istersiniz?” diye sorulduğunda “Los Angeles Lakers ile Los Angeles Lakers” deyip dalga geçmişti.

Bu işi profesyonel yapan bütün ligler olabildiğince eşit güç dağılımının ve adalet duygusunun taraftarı çekmekte temel etken olduğunu bilir. Mesela bir sezon öncesinin en kötü takımı bir sonraki yılın potansiyeli en yüksek oyuncusunu seçme hakkı kazanır.

“Nasıl olsa parayı bunlardan kazanıyoruz. En iyi yeni oyuncuları da en zengin pazarı ve TV getirisi olan kulüpler aralarında paylaşsın” demek kimsenin aklına gelmez. Kısa vadede işlerine gelmeyeceğinden ya da çok ahlaklı olduklarından değil, uzun vadede bunun “kötü ticaret” olduğunu bilirler.


Bizde ise yazılı ve görsel basın yıllar boyunca günü kurtarmaktan başka bir şey düşünmedi. “Renkli takımlar arasında suni de olsa bir rekabet yaratılsın, şampiyonlukta son haftaya kadar ikisi yarışsın, mümkünse her yıl dönüşümlü biri kazansın” üzerine bir iş planı belirlendi.


Bu takımlara gönül vermeyen insanlar seyrettikleri oyunun adil olmadığı hissine kapılırsa futboldan uzaklaşırlar, Anadolu takımlarına “direnç göstermemesi gereken figüranlar” muamelesi yapılırsa o statlar dolmaz, çocuklar iyi oynayanın değil para edenin kazanacağı bir oyunu sevmez ve bağlanmaz, “nasıl olsa bizi yarışta tutarlar” diye düşünen takımlar bir arpa boyu yol gidemez, yerel rekabet takımları Avrupa´ya hazır etmezse lokal kalırız, velhasıl Türk futbol pazarı büyümez o büyümedikçe de biz bugün çarkımızı döndürsek bile eninde sonunda iflas ederiz diye düşünen olmadı.


Beşiktaş´ın şampiyonlukları çalındıkça ve basın hiçbir şey olmamış gibi vur patlasın çal oynasın çakma şampiyonlukları kutladıkça insanların “başlarım futbolunuza da, liginize de, gazetenize de…” dediğini anlamadılar. Ligin yayıncısı da gazetecisi de “Beşiktaşlılar´dan renkliler kadar para kazanmıyoruz” demeyi bildiler de “acaba bu adamları lig diye sunulan kumpanyayı meşrulaştırdığımız için biz küstürmüş olabilir miyiz?” demek işlerine gelmedi.


İki takım taraftarının mutlu olması için süren bir düzenin “pastanın büyük bir dilimine hitap ettiğini” ama pastayı küçük bıraktığını anlayamadılar.


Düşen tirajlara, kapanan kanallara ve para etmeyen yayınlara rağmen böyle de devam edeceklerdi. Fakat kendiliğinden gelişen bambaşka bir durum dengeleri bozdu. Beşiktaş ağırlığını hissettirdi.
Bu durum aslında kimi rastlantısal, kimi sosyolojik, kimi de planlı bir kaç farklı etmenin bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Yani “biz başardık” diyeceğimiz kadar “Allah da yardım etti” diyeceğimiz bir süreç yaşadık.
Öncelikle sosyal medya yavaş yavaş geleneksel medyanın yerini almaya başladı.

Eskiden görmezden gelinenler, artık saklanamaz oldu. Üstelik bu yeni platform geleneksel medyada temsil edildiğini hissetmeyen Beşiktaşlılara, birbirleriyle etkileşime geçme ve “Beşiktaşlılığını yaşama” alanları açtı. Türkiye´nin eğitim seviyesi en yüksek taraftarı yeni döneme çabuk uyum sağladı. Sosyal medyanın “baskın sesi” Beşiktaş taraftarı oldu.


Eğitimin bir alanda daha faydasını gördük. Gelir seviyemiz arttı. Beşiktaş taraftarı Passolig rakamlarında rakiplerini yakaladı, forma satışı gibi konularda ise geçti. Eskinin klişeleri yeni gerçeklikle yıkılmaya başladı.
Son olarak ve en önemlisi söke söke aldığımız şampiyonluklar geldi. Sportif başarı, kulübün yeniden yapılanma süreciyle mükemmel bir noktada kesişip, zaten yakaladığımız momentumu taçlandırdı.


Ben, spor medyasının bunları inceleyip, üzerine kafa yorup, sonuçlar ve dersler çıkaracağını düşünmüyorum. Eski tas, eski hamam devam edecekler. Her zaman olduğu gibi bize hiçbir şey verilmeyecek, mücadele ede ede biz alacağız.

Sosyal medya hakimiyetini bir dijital yayıncılık hakimiyetine dönüştürmek bu işin ilk adımı. Bırakalım çok kısa zaman sonra değeri kalmayacak koltuklarına sıkı sıkıya yapışsınlar. Geleceğin mücadelesinin verileceği sahaya inmek zorunda kaldıklarında, biz burada olacağız.