Oysa ne çok severdik.
Mesela Cem Karaca, mesela Ara Güler, mesela Garo Mafyon, Adile Naşit, Nubar Terziyan ve daha pek çoğu.
Anadolu rock müziğinin babalarındandı Cem Karaca. Protest yanı da vardı ki “tamirci çırağını” söylerken anne tarafından İrma Felegyan- bildiğimiz adıyla Toto Karaca’nın- oğlu olduğunu kimse düşünmedi mesela. Fotoğraf dendi mi aklımıza ilk Ara Güler hoca gelir ki onun asıl adının Mıgırdiç Ara Derderyan olduğu, babası Dacat, annesi Verjin hanımın İrmeni oldukları hiç dile getirildi mi? Çocuklarımızın uyku saati geldiğinde onun tatlı sesiyle kuzucuklarımızı yatağa yollarken İrmeni Amelya hanımın kızı Adile diye kimse aklına bile getirmedi.
Gereği de yoktu zaten.
Tüm bu insanlar ve daha pek çoğu alanındaki başarılarıyla kalbimizde yer ettiler. Biz onların başka bir milletten olduğunu düşünmedik bile.
Daha gerilere gidersek, Osmanlı toplumu içinde de ayrı ve seçkin yerleri vardı İrmenilerin. Özellikle uğraştıkları meslek alanları nedeniyle gözdeydiler. En güzel mücevherler, en seçkin kıyafetler, en lüks araçlar onların mağazalarını süslerdi. Onun için de zengindiler ve lüks semtlerde otururlardı.
Ticarette inanılmaz gaddardılar.
Ticaretin katı kurallarını uygulamaktan da çekinmezlerdi ki bu sebeple tefecilik, bankerlik ve borsa işlerinin acımasız tiranlarıydılar.
Bırakın şahısları, devlete borç veren İrmeniler vardı.
Hemen her Osmanlı padişahı, saray eşrafı veya maliyenin, İrmeni tefecileriyle bir şekilde alakası olmuştur.
Osmanlı yönetiminde de en az Rumlar kadar söz sahibiydiler.
Wikipedi şöyle tanımlar bu seçkin beyleri(!) “ Osmanlı yönetimindeki Ermeniler askere gitmedikleri gibi gerek bürokraside gerekse ticari hayatta kilit noktaları ele geçirmek suretiyle ön plana çıkmışlardır.”
Her ne kadar Wikipedi böyle dese de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde askeri teşkilatın “omzu kalabalık” kesiminde İrmeni vatandaşları bolca görüyoruz.
Mesela Sultan 2. Abdülhamid döneminde devletin merkez dairelerinde çalışan 2663 İrmeni memur vardı. Hazinesini bile Agop, Mikail ve Ohannes adlı 3 İrmeni paşaya emanet etmişti.
Osmanlı için adeta makbul insan kabul edilen İrmenilerin bir eli yağda bir eli baldayken… tam bu noktada Atatürk’ün Mersin gezisi sırasındaki bir anısını yazmadan edemem. “Atatürk kentte gördüğü güzel bir köşkün kime ait olduğunu sorduğunda yanındakiler “Kirkor Ağa’nın” der. Bir diğerini sorar, bu kez “Yorgo Ağa’nın” yanıtını alır. “Peki şu çok katlı bina?” “Efendim o da Salomon Efendi’nin” dediklerinde Atatürk kızar ve “Onlar bunları yaparken siz neredeydiniz?” der işte bu sorunun cevabı karşısında belki de ilk kez yanıt veremez Atatürk. “Efendim biz o sıra Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlar’da, Arnavutluk’ta, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk”
İşin özetiydi bu aslında. Biz vatan için savaşırken İrmeniler’in çoğu 1915 yılına kadar İstanbul’un, İzmir’in, Kayseri’nin, Nevşehir’in... en güzel semtlerinde keyifteydiler.
Hasılı ahvalleri böyleyken önlerine çıkan ilk fırsatta Ruslara yamanan, İngiliz’e sığınan, çete kuran, ev-köy-mezra basan, çoluk, çocuk, kadın, kız, yaşlı demeden öldüren İrmenileri “yeter be defolun gidin” diyerek tehcire tabi tutulması ülkemin en doğal hakkıydı.
Şimdi birilerinin bu olaya soykırım, genocide, ne bileyim büyük felaket gibi sıfatlar takmadan önce tarihte yukarıda sadece küçük bir örneğini verdiğim ilişkilere bakmasını isterim. Sonrasında eminim şunu diyeceklerdir. “E, kardeşim bu İrmeniler de yemek yediği kaba resmen pislemek istemişler”
Başta yazacağımı sonda yazayım. Büyüklerimiz Ermeni değil İrmeni derdi bende öyle kullanayım dedim.